Ana içeriğe geç
Background Image

Kirazın Tadı

Son 2 yıldır bir hayli yıpranmış ve belki de hayatımın en kötü zamanlarını geçirdiğim bir dönemde, eski alışkanlıklarıma yavaş yavaş dönmeye çalışıyorum. Yeniden yazabilmek, acıdan acı duymak yerine mutsuzluğun ve kalp ağrısının en insani duygular olduğunun idrakine varabilmek ve sonunda kendimle barışabilmek sanırım iyileşmenin en göze çarpan belirtisi. Tabi bunu son izlediğim Abbas Kiyarüstemi filmi olan 1997 yapımı ve Palme d’Or ödüllü Kirazın Tadı(Taste of Cherry) ile taçlandırmak istedim. Hem teknik olmayan yazıların ilki olması da ayrı bir motive edici. Kirazın Tadı filmini, Sinematografi, Oyunculuk, İran Kültürü ve İnsan Psikolojisi ve nihayetinde ben de yarattığı duygular cihetinden ele alacağım.

Sinematografi ve Oyunculuk
#

Kiyarüstemiye neden sinemanın peygamberi dendiğini net anlayabildiğimiz yapımlardan birtanesi. En başından şunu belirtmek isterim ki bazı filmler’i beğenip beğenmemeniz, içinde bulduğunuz kültür ve sosyo-ekonomik yapı ile anlık duygusal değişimleriniz ve o an ki ruh halinizle keskin bir biçimde doğru orantılıdır. Eğer çok mutlu bir anınızda kültürel bir faaliyet için izlerseniz sıkılma ihtimaliniz bir hayli yüksek. Tıpkı hiç alt-kültürde bulunmamış ve büyümemiş insanların Kolpaçino’yu komik bulmaması gibi… Vesselam bu film gerçek, karakterleri, oyunculukları, görüntü yönetmenliği, senaryosu ve tozu toprağı ile tamamen gerçek.

Kiyarüstemi, intihar etmeyi planlayan orta yaşlı bir adamın Tahran kırsalında kendine gömecek birini arayışını son derece sade bir üslupla anlatır. Böylesine ağır bir konuyu işlerken bile seyircinin duygularını kolaycı yollarla sömürmekten kaçınır; aksine minimalist, düşünmeye zorlayan bir anlatım benimser. Kirazın Tadı, alabildiğine durgun ve şiirsel bir görsellikle çekilmiştir. Kamera çoğu zaman sabit durur, uzun plan sekanslar ve geniş açılar kullanır; izleyiciyi olayların akışına değil, aksine durup düşünmeye yönlendirir. Belirli bir bölgede geçen olayda çoğu zaman bir arabanın içinde döner dururuz. Filmde klasik anlamda sürükleyici bir olay örgüsü ya da arka plan açıklaması yoktur; yönetmen “gereksiz ayrıntıları budayarak” hikâyeyi olabildiğince seyrek ve dairesel bir yapıda sunar. Bu nedenle ilk başta izleyiciye amaçsız bir dolaşma hissi verebilir. Kiyarüstemi, diyaloglar arasında uzun sessizliklere ve gündelik seslere yer vererek alışılmış dramatik tempodan uzaklaşır. Özellikle arabalı sahnelerde kamera çoğunlukla tek bir karaktere odaklanır; örneğin, teknik tercihler nedeniyle Bedi Bey ile yolcularını aynı karenin içinde pek göremeyiz. Görüntü kompozisyonu ve ses miksajı olabildiğince basit ve bana göre tek amaca yönelik yapılmıştır; “Empati yapabilmek ve Gerçek hissetmek”.

Kirazın Tadı gerçekçi ve içine kapanık oyunculuk performanslarıyla dikkat çeker. Başroldeki Hümayun Erşadi(Bedi Bey), aslında bir mimarken Kiyarüstemi tarafından arabada keşfedilip ilk kez kamera karşısına geçirilmiştir . Bu profesyonel olmayan oyuncu tercihi, filme belgeselvari bir doğallık katar. Gerçek hissetmemizin bence en temel nedeni de bu oyuncu tercihleridir. Erşadi’nin performansı son derece durgun, nötr görünebilir; ancak yüzünde beliren en ufak bir dalgalanma bile büyük anlamlar taşır. Erşadi’nin canlandırması Javier Bardem’in İhtiyarlara Yer Yok filmindeki sessiz ama tehditkâr performansına benzer, her iki oyuncunun da diyaloğa ihtiyaç olmadan sadece bakışları ve duruşlarıyla “onlarca farklı anlam taşınabileceğini” adeta önümüze sunar. Günümüz abartılı ve NBC üslubu yapay oyunculuklardan sonra ilaç gibi geldiğini söylemeden edemeyeceğim. Erşadi’nin verdiği yüz ifadesi, bezginlik, umutsuzluk, dalgın bir huzur ve anlık bir gülümseme arasında gidip gelir. Bazen sigarasından bir nefes çekerken gözlerinde beliren uzak bakış, hayatından vazgeçmiş bir adamın hüznünü yansıtırken; bazen de yanına aldığı kişilere yarı şaka bir söz söylerken dudak kenarında beliren belli belirsiz tebessüm, içinde hâlâ insanlarla bağ kurma ihtiyacı olan birinin ifadesidir. Bu ince oyunculuk, Bedi Bey ile empati yapabilmemizin sırrını taşır. 

Destekleyici rollerdeki oyuncular ise çoğu amatör veya tekil performanslar sunan kişilerdir ve filmin gerçekliğini pekiştirir. Özellikle tahnitçi rolündeki Abdurrahman Beğeri, hayat dolu ama bir o kadar hüzünlü tiradıyla duygusal ağırlığı sırtlar. Beğeri’nin Bedi’ye nasihat verirken ki içtenliği eminim filmi izleyen pek çok kişiyi derinden etkileyen anlar yaratmıştır. Bu sahnede tahnitçinin sesi titrerken, Bedi’nin gözlerinde ilk kez bir parlama görürüz; adeta bir an için de olsa, yaşama dönmeyi düşünebileceğini hissederiz. Oyunculukların böylesine ölçülü ve “az” olması, filmi kimi izleyiciye soğuk hissettirebilir ama şöyle düşünmenin daha faydalı olabileceğini söylemeliyim. Eğer birisi size intihar etmek istediğini ve ettikten sonra onu gömmenizi istediğini söyleseydi ne cevap verirdiniz? Bazı eleştirmenler, Bedi’nin iç dünyasına daha fazla erişim istediklerini, aktörün kasıtlı olarak duygularını gizlemesinin bağ kurmayı zorlaştırdığını söylemiştir. Bu da bana göre tamamen bir saçmalık. Umutsuz ve intihara karar vermiş bir adam fazla laf etmekten çekinir. Çünkü zaten umutsuzluğa varmasının sebebi bu dünyada anlaşılmamak ve yalnız kalmaktır. Anlaşılmayacağını düşündüğü için de tek amacı artık onu gömecek birini bulmaktan öte değildir. Ancak Rosenbaum gibi eleştirmenler de benimle aynı görüşte olacak ki, bu yaklaşımın seyirciyi duygusal açıdan daha etkin kıldığını savunur: Duyguyu doğrudan oyuncudan almak yerine, kendi içimizde üretiriz ve bu da finalde bizi hiç beklemediğimiz kadar sarsabilir.

İran Kültürü ve Toplumsal Yansımalar
#

İran bizim Suriyeliler ve Kürtlerle kısa zaman diliminde yaşadığımız toplumsal çatışmayı çok uzun süredir Afganlarla, Peştunlarla, Kürtlerle ve Güney Azerbaycanlılarla yaşayan bir toplum. Üstelik seküler bir devletten, dini bir devrimle İslamın olabilecek en kötü yorumlanması olan(lince hazırım) Şii yönetime geçmiş, ambargolarla günden güne fakirleşmiş bir toplum. Buna ek 2 Irak savaşı görmüş ve bir halkın başına gelebilecek tüm kötü senaryoları derin psikolojik çöküntüyle yaşamış, çoğu zaman ise histeri derecesine varan kitlesel olaylarla baş başa kalmış bir millet. Elbette bu tarz olayları yaşayan insanların içinden Kiyarüstemi gibi yönetmenlerin çıkması şaşırtıcı değil. Tüm olumsuzluklara rağmen derin bir kültür’e sahip ve entelajansiyasını korumuş. Günümüz Türkiyesinde bile İranın sahip olduğu entelektüel insan sayısını geçebildiğimizi düşünmüyorum. Üstelik tüm bu badireler ırksal sorunları göz ardı edip saf bir dayanışmayı da tetiklemiş durumda. Bizim ülkemizde birbirinin kuyusunu kazan, hasetçi ve hain insanları, İran halk tabanında çok göremezsiniz. Filmin çekildiği yılı da göz önünde bulundurursak aslında o gönülden gelen çocuksu yardım isteklerini daha net anlayabiliyoruz. Başlı başına İran analizi ve incelemesi buraya sığmayacak kadar derin ve kadim olduğu için kısa notlarla bilgilendirmekte şimdilik fayda var.

Psikolojik Analiz ve Kişisel Notlar
#

Filmin büyük bölümü, Bedi’nin aracıyla yanına aldığı üç farklı kişiyle yaptığı felsefi sohbetlerden oluşur. Bu kişiler Kürt asker, Afgan ilahiyat öğrencisi ve Azeri asıllı bir yaşlı tahnitçi. Aslında Bedi’nin ruh haline farklı açılardan ayna tutan karakterlerdir . Genç asker, Bedi’nin garip teklifinden tedirgin olup duygusal bağ kurmaya çalışmasından ürker ve kaçar; bu tepkisi, ölüm ve eşcinsellik fikrinin korku uyandıran yönünü temsil eder . Medrese öğrencisi, intiharın dinen yasak olduğunu öne sürerek teklifi reddeder; dine sığınarak hayatın kutsallığını savunur, bu da ahlaki ve inanç temelli bir bakışı yansıtır . Bedi bu gence, “Üzgün olmak da günahtır” diyerek, derin bir bunalım içinde olmanın da çevreye acı vermek açısından sakıncalı olduğunu ima eder. Bu söz, mutsuzluğun bile bir nevi günah olabileceğini söyleyerek bizi düşünmeye iter. Asıl dönüm noktası ise tecrübeli tahnitçi ile yaptığı konuşmadır. Bu yaşlı adam, yıllar önce kendisinin de intiharı düşündüğünü ama bir dut ağacının altındayken tattığı olgun meyvelerin, güneşin doğuşunun, lezzetli meyveleri çocuklarla paylaşıp mutlu olmasının ve en nihayetinde evde bekleyen karısı ile meyveleri belki de hayatı yeniden paylaşma isteğini yaşaması ile hayata tutunduğunu anlatır. Gerçekten de tahnitçinin anlattıkları, filmin belki de en sıcak ve yaşama dair umut içeren bölümüdür. “Gün doğumuna, gün batımının kırmızı sarı ışığına, aya, yıldızlara ve kirazın tadına” yeniden dikkat kesilmesini öğütler Bedi’ye . Hayatın bu küçük mucizelerini deneyimlemenin kendisi yaşama sebebidir; en basit haliyle “yaşıyor olmanın deneyimini yaşamak” için yaşarız der. Bu döngüsel gibi görünen ama özünde derin bir gerçeği barındıran yaklaşım, filme beklenmedik bir insancıllık katar. Filmin karamsar görünen yüzeyinin altında aslında yaşamı onaylayan bir damarın olduğunu çok açıktır. Yönetmen, ana karakterinin psikolojisini özellikle boş bırakılmış ayrıntılarla yansıtır. Bedin’nin intihar kararının sebebini asla öğrenemeyiz; geçmişine dair hemen hiçbir bilgi verilmez. Kiyarüstemi tam da bu nedenle karakterin iç dünyasını seyircinin hayal gücüne emanet eder. Belirsizlik, filmi herkese kendi deneyimlerinden bir şeyler yansıtma fırsatı veren bir ayna haline getirir. Kiyarüstemi, “başkası senin hissettiğini hissedemez” mesajını hem diyaloglarla hem de karakterini bilinmez bırakarak güçlü bir biçimde iletir . Bu durum, filmi izleyen pek çok kişide kendi hayatlarına dair içsel bir tefekküre yol açar: “Ben onun yerinde olsam ne yapardım? Böyle bir teklifle karşılaşsam nasıl tepki verirdim?” sorularını sordurtur. Yada Bedi’nin intihar etme fikrinin nereden geldiğinin… Hayatım boyunca hiç intihar etmeyi düşünmedim. En buhranlı anlarımda bile hem inancım gereği hem de kirazın tadını iyi bildiğimden bu tarz yenilgileri kabul etmedim. Yine de Bedi’nin hissettiği umutsuzluğu ve çaresizliği derinden anlayabiliyorum…

Doğukan Zorlu

Henüz burada listelenecek bir makale yok.